Yazı kategorisi: OKU, İnsan

KÜÇÜK SANDIK

Hepimiz nostaljiyi severiz. Gelin hep birlikte hem maziye hem de özümüze bir yolculuk yapalım. Aramızda 80’li ve 90’lı yıllara şahit olanlarımız varsa şayet, iyi bilirler: Kaset ve Kasetçalarları. Günümüzde kitaplarımızı nasıl özenle diziyorsak o zamanlar da kasetler inci misal dizilirdi raflara. Orijinali ‘’Casette’’ olan Kaset kelimesi; Fransızcadan İngilizceye geçen ‘’Küçük Sandık’’ anlamına gelen kelimedir. Türkiye’nin ilk resmi kaseti, 1970 yılında çıkmıştır mesela.’’Türkraks’’

Kasetler. Küçük sandıklar. Tıpkı insanların yürekleri ve zihinleri gibi. Yüreğimiz ve zihnimizde aslında kilitli birer sandıktır. Yaşanmışlıkları hapsettiğimiz kör bir hapishane. Geçmişimizi doldurduğumuz kilitli küçük sandıklar. Peki ne doldururuz bu kilitli sandıklara? Sadece güzel anılarımızı mı? Neşeli günlerimizi mi? Elbette hayır. Yaşayış yazımda da dediğim gibi, yaşam doğumla ölüm arasında ince bir çizgidir. Sonsuzluğa uzanmayan üzerinde yürüdüğümüz bir beyaz çizgidir. Hayat yoldur. Yaş aldığımız, deneyim kazandığımız bir yol. Toprağı bol olsun, Rahmetli Başkan Muhsin Yazıcıoğlu’nun da dediği gibi ‘’Bir konaklık zaman, dünya insana’’.Bu konakta, bu yolda bizi etkileyen; sırtımızdaki küfeye, zihnimizdeki ve yüreğimizdeki o kilitli küçük sandıklara derdimizi, neşemizi, umudumuzu hayal kırıklıklarımızı doldururuz. Bu doldurduklarımız bizi şekillendirir. Bakışlarımızı, yaşantımızı, hal ve tavırlarımızı, olaylara yaklaşımlarımızı etkiler.

Psikolojide ‘’Şema kavramı ‘’vardır. Şemalar etraftan alınan bilgiyi anlamlandırmada kalıp görevi görür. Bu şemalar yürüdüğümüz o beyaz çizgide ömrümüzce gelişir. İnsanlar ile olan ilişkilerimizi, davranışlarımızı, tutumlarımızı belirler. Bir nevi keskin kurallarımız, sert ve köşeli yanlarımız desek yanlış olmaz. Bu şemalar biz kendimizi değiştirmedikçe süre gider durur. Yakamıza yapışan, omzumuza yüklediğimiz,değer yargılarımız haline getirdiğimiz olumsuz olaylar ile edindiğimiz o şemalar, omuzlarımızda gitgide ağırlaşır. Belimizi büker ve hayatımızda bir kambur oluşturur. Atlayamaz mıyız o kamburu? Aşamaz mıyız engellerimizi? Aşarız elbet. Zor mudur düştüğümüz yerden doğrulmak? Zor değildir. Kafayı dik tutmak zor değildir. Biriktirdiğimiz gibi o şemalardan arınmak da bizlerin elindedir.

Öncelikle kendi alanlarınızı oluşturun ve iletişim yönünüzü kuvvetlendirin. Kendinizi ifade edin. Potansiyelinizin ve gücünüzün farkında olun. Yaş aldıkça, yaşadıkça; bir elmas gibi işlendikçe güzelleşeceğinizin farkına varın. Dengeli bir hayat oluşturun. Yeri geldiğinde bırakın, cesur olun. Vazgeçin, olmayanları geride bırakıp; kendinize yeni bahçeler yaratın. Ama bunları yaparken korkmayın. Değer yargılarınızı, çizginizi belirleyip yola koyulun. Olmadığında sabredin, gücünüzü toplayın.

Unutmayın bazen kaset sarar ve kasetin bandı içinden çıkar. Kaseti tekrar sardığınızda her şey normale döner. Kaldığımız yerden devam ederiz. Tüm mesele, kasetlerimizi başa sarmakta gizli. Kalemleri hazır edin sevgili okurlar. Başa sarıyoruz. Yeniden yazıp çiziyoruz. Sağlıcakla.

Reklam
Yazı kategorisi: Güncel

ZOR MUDUR?

Film LEON:Sevginin Gücü… Gözlerinizi kapatın. Sahneyi anımsamaya çalışın. “Hayat hep bu kadar zor mudur ? Yoksa sadece çocukken mi ?” diye sordu Mathilda. “Hep böyledir.” dedi Leon.

Bazen kendimizi yalnız hisseder, boşlukta kalır ve derdimizi kimselere açamayız. Gün olur bu durum dışa vurur, gün olur kimsenin dikkatini çekmez. Tadımızı kaçıran, yaşama karşı bizi yabancılaştıran olayların bizde yarattığı kaygı düzeyi hepimiz için farklıdır. Kaygı düzeyi farklı olduğu gibi, bireylerin de bu durumu belli etme şekilleri farklıdır. Kimisi çok sessizleşir, durgunlaşır olaylar karşısında; kimisi ise öfkelenir, hırçınlaşır. Ama bu süreçte insanları en çok yıpratan anlaşılamamaktır.

Anşılamamak deyince Nilgün Marmara’nın bir dizesi düşer aklıma: “ Yabancıların en yakınıydın sen.” der şair. Yabancıların en yakınıydın diye sitem ettiği kişi ise hayat arkadaşı, kıymetli yoldaşı, kocasıdır. Nilgün Marmara intihar ettikten sonra eşi yaptığı bir açıklamada “Şiir yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı.” der. Bu durum bize en yakınımızdaki insanların bile bize ne kadar uzak olabileceğini bir kez daha hatırlatır. Peki, Nilgün Marmara için ölüm neydi? Anlatamamak mı, anlaşılamamak mı? Bilinmez.

Anlatamasak, anlaşamasak da bir biz var bu garip dünyada. Kendimiz için bir biz. Umutlarımız için, hayallerimiz-hedeflerimiz için, sevincimiz üzüntümüz için bir biz. Sagopa’nın Toz Taneleri şarkısından bir kesit paylaşayım sizlerle bu noktada. “ Sakladım benim için beni bana, hatırlatır zor zamanda beni bana diye…”

Kendinizi başkaları için değil, kendiniz için değerli kılın. Sizi size saklayın. Kendiniz için yaşayıp, kendiniz için hatalar yapın. Düşüp dizleriniz kanadığında, üstünüz başınız toz toprak içinde kaldığında; o topraktan kendiniz için ayağa kalkın. Doğrulun. Tozunuz toprağınızla yani tüm tecrübeniz ile yola koyulun. Olanlara, geçmişe takılmadan, hayıflanmadan; elimizdekilere bakıp değerlerini kavrayıp, yeni lezzet bulup yürüyün.

Şimdi belki hayıflanırsınız, ama gün geçtikce şükredersiniz. Bazen varılacak menzildense, yürünecek yol daha kıymetlidir. Yolun tecrübesi bambaşkadır. Hamlığınızı yenin, kekremsi tadınızdan kurtulun. Dibi görün, ama gözünüzüde zirveden ayırmayın. Sabrınız taşsın, yıpranın, aşının. Bolca ağlayın ama gözyaşının peşine düşen o gülümsemenin lezzetini de anımsayım.

Velhasıl kelam kıymetli okurlar, bu dümdüz dünyanın size ihtiyacı var. Dünyanında, başarısızlığında, kötülüğünde yanlışında hakkından siz gelirsiniz. Sizin size, bizim size, bu dünyanın hepimize ihtiyacı var. Başınız öne düşsede, ayağınıza taş deysede, gözününüze yaş ilişip yüreğinize gam düşsede pes etmeyin. Üstadın da dediği gibi “Kafayı daima dik tutun.” Gamlanmayın. Dertlenmeyin. Umutvar olun.

Başınız dimdik, daima yolda olduğunuz bir ömrünüz olsun. Güzellikler yakanızda, hayalleriniz ve umutlarınız her zaman önünüzde olsun. Ömrünüz bereketlensin, işiniz gücünüz rast gitsin. Sağlıcakla.

Yazı kategorisi: Güncel

ÇIRPINIŞ

Gözlerimin nemlenmesine alıştımda,

Şu yüreğimin çırpınışına bir türlü alışamadım.

Hiçbir zaman olmayacak belki.

Bir hayal,

Bir rüya,

Yada bir efsun olarak kalacak şu yalan ömrümde.

Sonu tatlı biten masallar gibi umut edişimde mutlu biter mi?

Bilmiyorum.

Kıymetimi çok sık tartıyorum.

Kimsenin hayatında bir izim bile yok.

Sadece biriktirdiğim gözyaşlarına sahip ömrüm.

Tek bir gün özlenmek,

Tek bir gün gerçekten sevilmek.

O sevgiyi sonuna kadar hissetmeyi,

O kadar çok istiyorum ki.

Bunun tarifi yok.

Doya doya, sımsıkı sarılmak sevdiğime.

Çok istiyorum.

Ömrüm masamdaki mumlar misali,

Bir gün tükenip gidecek.

Kimsesizliğimin yarası ve ben,

Yitip gideceğiz bu dünyadan.

Lal olan dilim,

Korlarda çevrilircesine söyleyemediklerine yanacak.

Kavuşmak mahşere,

Söylenmeyenler kara toprağa nasip olacak.

Yangınımızı yağan yağmurlar dindirecek.

Umudumuzu seher vakitleri yaşatacak.

Gönül bedende ağırlaştıkça,

🌍 denen mezar bize dar gelecek.

Sağlıçakla kalın, varolun ey ehl-i dünya !

Sağlıcakla…

Selam olsun Cemal Süreya’nın öperken koklayan, özlerken burnunun direği sızlayanlarına… Selam olsun Ahmed Arif’in umutları yok olan, kalbi kırılan çiçek gibi insanlarına… Selam olsun Neşet Ertaş’ın bağlamasındaki ayrılığa, yoksuzluğa… Hakkımız helal olsun bu yalan dünyaya…

Yazı kategorisi: Güncel

GÜNAH KEÇİSİ

Deyim ve atasözlerimizin bir çoğunda, hikayelerde ve hatta masallarda “Keçiler”den sıkça bahsedilmektedir. Kah inatçılıklarıyla, kah kaçmalarıyla yada günahlarıyla… Hepimizin bildiği ve yeri geldikçe de kullanmaktan da geri kalmadığı bir deyimdir; “Günah keçisi benmiyim.”

Scapegoat adı verilen ve dilimizce Günah keçisi olarak isimlendirilen bu deyimin kökleri, milattan öncesine uzanan eski bir Yahudi inancına dayansada, tarih boyunca süre gelen bir çok kültürde yer almış bir ritüelinde ismidir aynı zamanda . Peki neden Günah Keçisi denmiştir bu ritüle? Hadi hikayesine birlikte bakalım.

Anlatılan hikayelere göre; Yahudiler Eski Ahit’te Kefaret günlerinde günahlarını ve suçlarını, sembolik olarak bir hayvana – yani keçilere- yüklerlermiş. Biri günahları yüklenen keçi olmak üzere kura ile sürü içerisinden iki keçi seçilir;biri Tanrı’ ya diğeri ise Azazel’e adanırmış. Tanrı’ ya adanan keçi kesilir ve Tanrı’ya sunulur; günahları yüklenen keçi ise ya çöle bırakılır, ya da bir uçurumdan yuvarlanılırmış. Günah Keçisi Ayininin bir benzeri Antik Yunanda da ruh bulmuş, fakat tek bir farkla. Günahı yüklenenlerin insan olmasıyla. Antik Yunan’da Apollon adına düzenlenen festivallerde bir erkek ve bir kadın seçilir, şehrin dışına kadar taşlanır ve dövülürlermiş. İncilde de bahsi geçen Günah Keçisi Ayini başrahip duasıyla başlar, Tanrı’ya adanan keçi kesilir ve günahları sırtlanan keçi çöle salınırmış. Görüldüğü üzere birçok kültürde yer edinmiş olan bu ritüel, kişilerin günahlarından kurtulmayı umduğu ve suçlarını başka bir canlıya yükleyerek arınmayı hedeflediği bir duruma dönüşmüştür.

Tarih boyu süre gelen bu ritüeli enine boyuna düşündüğümüzde ve içsellerdiğimiz de,aslında insanın günahından arınmaktan ziyade suçunu başka bir yöne yöneltip, suçunun sorumluluğundan kurtulmayı hedeflediğini görürüz. Başımıza gelen hemen hemen her musibet ve belada; kaderimizi, hayatımızı suçlarız. Şartları suçlarız. Doğduğumuz büyüdüğümüz çevreyi ve ortamı;hatta yetiştirilme tarzımızı göz önünde tutup ailemizi dahi suçlarız. “Şu şöyle olmasaydı, böyle olurdu” , “ Falanca bunu bana demeseydi, ben o işi kesin yapardım” gibi hatta daha nicesi. Çok hızlı bir şekilde bir günah keçisi bulduk bile. O işi yapamamamızın suçlusu falanca değil aslında kişinin tam olarak kendisidir. O işin sorumluluğunu, başarısızlığını yada başarısını birlikte göğüslememesidir. Hepimiz insanız ve tercihlerimiz kadarız. Bazen doğruyuz bazende hatalı. Bu yüzden değil mi dünyada olmamız, iyiler yurdu cennetten ayrılmamız? Yapmak istediklerimiz kadar cesur, yapabildiklerimiz kadar başarılı, yapamadıklarımız kadar deneyimliyiz. Başarılarımız bizim olduğu kadar, hatalarımız da bizim. Suç bizim, aslında masum olan günah keçisinin değil. Suçu yüklenmek ve sorumluluğu almakta bizim.

İnsanoğlu olarak zekice günah keçileri bulmadığımız, sorumluluklarımızı omuzladığımız, yüklerimizi ve suçlarımızı sırtlanabildiğimiz bir hayat dileğiyle. Sağlıcakla kalın.✋🏻

Yazı kategorisi: Güncel

DAMGALA-MA

Yitirdiğimiz dinleyebilme yetimizi, kaybettiğimiz empati duygumuzu, sabit ve saplantılı kötü fikirlerimizi, önyargılarımızı konu alan, belki de birçoğumuzun izlediği, izlemeyenlerin ise –kanaatimce- mutlaka izlemesini tavsiye ettiğim filmdir ‘’12 Angry Man’’. 12 Angry Man, 1957 ABD yapımı dram-suç dalında siyah-beyaz çekilmiş bir filmdir. Film dönemin şartları elvermesine karşın, dram unsurunu iyi yansıttığını düşündükleri için siyah-beyaz çekilmiştir. Özet olarak filmi ele alırsak; işlenen bir cinayet, cinayetin zanlısı olduğu düşünülen maktulun oğlu ve 12 jüri üyesi üzerinden şekillenir film.

Filme şöyle bir bakacak olursak; babasını öldürmekle suçlanan 18 yaşındaki bu gencin hayatı 12 jüri üyesinin iki dudağı arasındadır. Genç adam suçlu mu? Suçsuz mu? Gencin suçluluğunun ya da suçsuzluğunun kabul edilmesi için 12 jüri üyesinin fikir birliği sağlaması ise önemli. Oylar 12-0 olmalı. Filmin seyri de bu şekilde başlıyor. Mahkemece sunulan delilleri dinleyen jüri üyeleri dinlenmek ve karar vermek için bir odada bir araya geliyor. Dinledikleri deliller, gencin yaşadığı çevre ve yaşantısı sonucunda jüri üyelerinin aklında genel bir yargı var. Genç suçlu. Oylama yapılır ve sonuç 11-1. 11 oy suçlu. 1 oy suçsuz. Suçsuz oyunu kullanan 8. Jüri üyesi Davis. Beyaz takım elbisesi, çoğunluğa uymaması ve başkaldırma cesareti göstermesi ile sanki filmin içindeki adil yanımız. Aslında bir gerekçesi yoktur Davis’in suçsuz derken. Ama peşin hükümdense, içindeki şüphe kıvılcımı onu bu süreçte, bir gencin hayatı söz konusu iken düşünmeye sevk eder. Aynı zamanda diğer Jüri üyelerinin de düşünmesini ister.

Film de örneğini gördüğümüz ön yargı kavramı; aslında hayatımızda çok sık rastladığımız, birçok kez bizlerin de yaşadığı bir durumdur. Olumsuz deneyimlerimiz, geçmişten bu yana izini taşıdığımız üzüntülerimiz karşımızdaki insana karşı peşin hükümlü olmamıza neden olur. İnandığımız doğrularımız, bizi ön yargılı olmaya iter. İnanmasak, karar veremeyiz çünkü. Sonuç olarak, kötü inanışlarımız ve geçmişimiz ile o insanı etiketlemiş oluruz. Ama o insan o muameleyi, o etiketi gerçekten hak ediyor mu? Karşılaştığımız bu gibi durumlarda ön yargımız bir elma kurdunun, elmayı kemirmesi gibi; yavaş yavaş içten içe kemirir durur bizi. Ve film de geçen o güzel cümle: ‘’Böyle bir durumda ön yargıyı bir tarafa atmak çok zordur. Ne zaman ön yargınızı kullansanız, gerçekleri göz ardı edersiniz.’’

Bahane bulmak, suç aramak, hatta suçlu bulmak, daha öncede konuştuğumuz gibi günah keçisi ilan etmek biz insanoğluna çok basit gelir. Egolarımız, ihtiraslarımız karşımızdaki insanı anlamamıza engel olur. Bir başkasının yerine kendimizi koyup düşünmek biz küçük canlılara hem kompleks gelir, hem de zaman alıcı. Zaman alıcı olduğuna inandığımız da empati yeteneğinin yerini ön yargı alır. Filmin can alıcı sahnelerinden bir tanesi daha: ‘’ Varsayalım yargılanan sendin, sen ne yapardın?’’ Sahi biz ne yapardık? Muhtemelen karşılaştığımız muameleye isyan eder, insanları anlayışsızlık ile suçlardık. Yaptıklarının yanlış olduğunu dillendirir durur küplere binerdik. Küplere binerdik, çünkü işin ucu bize dokundu diye. Bizim canımız yandı diye.

Zihnimizin zincirlerini kırdığımız, farklı dünyalara açıldığımız geniş pencerelerden baktıdığımız bir ömür dileğiyle. Sağlıcakla kalın.

Yazı kategorisi: Güncel

YAŞAYIŞ

Rahmetli Başkan Muhsin Yazıcıoğlu; Dostla Güzel şiirinde “Bir konaklık zaman, dünya insana.” der. Toprağı bol olsun.


Yaşam, doğumla ölüm arasında ince bir çizgidir. Üzerinde yürüdüğümüz, senelerimizi, belki de aylarımızı tükettiğimiz, her zaman doğru olmayan, sonsuzluğa uzanmayan beyaz çizgidir yaşam. Tarih 1 Eylül 2021. Ömrümün yirmi dördüncü senesinin devrilişi ve yirmi beşinci senesinin doğuşu. Evet! Bugün benim doğum günüm. Benim ve 1 Eylülde doğan herkesin doğum günü kutlu olsun.

Ömür, hepimizin bildiği üzere yaşam süremizdir. ‘’Ben kimdim, neydim?’’ dediğimiz, hiçbir zamanda tam anlamıyla cevabını bilemediğimiz; hayırlı hayırsız her şeyi arzuladığımız; emeklemeden hep koşup elde etmek istediğimiz; yandığımız, kazandığımız ve sevdiğimiz;yorgunluklarımıza, kırgınlıklarımıza, isteklerimize ve mutluluklarımıza gebe olan; deli dolu, bir o kadar da boş olan; doğduğumuzda başlayan öldüğümüzde de biten bir zaman.Sahi neydi zaman? Zaman deyince Abdurrahim Karakoç’un şiirini anımsarım.

Çevremizi saran hava mı zaman ?

Yoksa üstümüzde esen rüzgar mı?

Dert mi, yoksa derde deva mı zaman?

Nedir, ne değildir bir bilen var mı?

İlk demişler, son demişler

Harcamışlar, dün demişler.

Sıra sıra gün demişler,

Zaman genç mi ihtiyar mı?

Zamanım yok demek söz müdür yani…

Zamanı olanlar göstersin hani.

İnsan mı fanidir, zaman mı fani?

Zaman dünya mıdır, yoksa mezar mı?

Yıl demişler, ay demişler

Saat saat say demişler

Oh demişler, vah demişler

Zaman dinler mi, duyar mı? ‘’

Zaman bizleri duyar mı, duysa dinler mi bilmem ama eğer bizi dinliyorsa; hoş geldin 25, sefalar getirdin. Olan olmayan her şeye rağmen, benim ve insanlık için; karanlığı yırttığımız, doğrudan ayrılmayıp hakkı savunduğumuz, bir ve diri olduğumuz, sağlığın bizi bırakmadığı, neşenin gönlümüzde yuva kurduğu, vakitlerine esir olan nice güzelliğin bizi bulduğu, gözümüzdeki tek yaşın mutluluktan olduğu, var olduğumuz, sağ olduğumuz bir yıl olsun. Güzellikler bizimle, elem ise yok olsun.

Ne diyordu Deli Eylül isimli şarkısında Hüsnü Abi;

‘’Bir kapıyı açar, sokaklara vurur. Yürür gidersin ömrüm, Yılların kucağında uyur uyanır, Güler geçersin.

Dar gelir sevda dar gelir dünya, Taşar geçersin ömrüm. Bir kapı açılır bir eşik bekler, Açar gidersin. ‘’

Sabrımızın taşmadığı, düğümlerimizin çözüldüğü güzel yarınlara erişmek ümidi ile. Sağlıcakla Kalın…

Yazı kategorisi: Güncel

BENZEMEZ KİMSE SANA

İstanbul bir şarkı olsaydı, merhum Fehmi TOKAY’ ın‘’Benzemez Kimse Sana’’ bestesinden başkası olmazdı elbette. Müzeyyen Senar’ın muazzam sesi ile aşina olduğumuz bu güzel eser; yediden yetmişe, dilden dile süre gelen, taşı toprağı altın olarak anılan İstanbul’u anımsatan en eşsiz şarkıdır benim için. Benzemez Kimse Sana, adını Bayat Oğuz boyundan alan, Bayâti makamında bestelenmiş bir eserdir. Günümüzdeki anlamı ‘’taze olmayan, özelliğini yitirmiş’’ anlamına gelen ‘’bayat’’ kelimesinin, kadim Türkçemizdeki anlamı ise ‘’ varlıklı, devletli’’ anlamlarına gelir. Bayati makamı, insanın ruhunu dinlendiren, yaşamın günlük hayhuyundan bizleri arındıran bir makamdır.

‘’Benzemez kimse sana, Tavrına hayran olayım’’ derken şarkı gözlerimizi kapatıp, ufkumuzun derinliklerine indiğimizde, İstanbul’un nice güzel benzersiz eseri gözlerimizin önünden geçer.

Bizans döneminde kilise olarak kullanılan, kutlu fetih ile birlikte cami olarak faaliyet veren, tavan mozaikleri, iç mekan mermer işçiliği ve bahçesindeki Osmanlı padişahlarının türbeleriyle zamanda yolculuk yaptıran Ayasofya. Görkemli kubbesi, benzersiz akustiği, 50 farklı lale desenine sahip rengarenk çinileri ile BlueMosque adıyla tanınan, huzur dolu atmosferi ile Sultanahmet.

Osmanlı’dan kalma en önemli yapılardan birisi olan, imparatorluğun gizemini, idaresini, günlük rutinlerini barındıran, Kutsal emanetlere sahip çıkan Topkapı ve elmas süslemeleri ile Mimar Sinan’ın kalfalık eseri olan; medrese, kütüphane, hamam ve hastane gibi yapılardan meydana gelen; Osmanlı vakıf sisteminin işleyişinin en güzel örneği Süleymaniye.

Yiyecekten kıyafete, el yapımı ürünlerden eşyaya kadar birçok ürünü içeren, dünyanın en çok ziyaretçisini alan, en eski ve en büyük alışveriş merkezlerinden Kapalı çarşı ve şahane baharat kokuları ile, dolaşanları mest eden Mısır Çarşısı.

Kenti soluksuz izlemeye imkan sunan, Haliç’i ve boğazı izleyebildiğimiz dünyanın en eski kulelerinden birisi olan Galata ve boğazın gözdesi, 1984 yılından bu yana müze-saray olarak kullanılan Dolmabahçe. Osmanlı’ya ait İstanbul boğazındaki tek sarayımız Çırağan. Yedi tepesi, boğazda bir inci misali Kız kulesi.

‘’Bakışından süzülen işvene kurban olayım’’

Üsküdar Mihrimâh Sultan Camii ve Edirne Kapı Mihrimâh Sultan Camii.

Kanuni Sultan Süleyman tarafından, kızı Mihrimâh için inşa ettirilmiştir Üsküdar Mihrimâh Sultan Camii. Hikayeye göre Mihrimâh’ı gören Mimar Sinan’ın, aşkını anlatmak için Edirnekapı Mihrimâh Sultan Camii’ni inşa ettiği söylenir.Mihrimâh ‘’güneş ve ay’’anlamına gelir. Ve Tarihler 21 Mart’ı gösterdiğinde,Mihrimâh Sultan’ın doğum gününde, güneş Edirne Kapı Mihrimâh Sultan Camiinden aşağı inerken, ay ise Üsküdar Mihrimâh Sultan Camii ardından yükselir. İstanbul’da güneş ve ayın eşsiz buluşmasına yurt olur. Aşkını dillendirmek isteyen Mimar Sinan’ın aşkı asırlar sonra tekrar dillenir.

‘’Lûtfuna ermek için söyle perişan olayım.’’

İstanbul öyle bir şehirdir ki nice medeniyete yurt olmuştur. Her köşesi, her karış toprağı ve taşı tarih için mihenktir adeta. Yaşamak için var olmuş bir şehirdir İstanbul. Görmek, hissetmek, duymak ve dokunmak için vardır. Hareketli ve hızlı akarken yaşam, aslında bir o kadar da yavaştır. İstanbul sanattır. İstanbul kültürdür. İstanbul yaşamın ta kendisi ve kalbidir. Lûtfuna ve gizemine erişebilmek ümidiyle. Var olun. Sağlıcakla kalın.

Not: Şarkı ile birlikte okumunanızı tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.🌿